İklim değişikliğiyle mücadelede fosil yakıtlara dayalı mevcut enerji modellerinin eninde sonunda terk edilerek güneş, rüzgar gibi sürdürülebilir enerji kaynaklarına dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu dönüşüme son yıllarda gelişmiş ülkelerce liderlik edilmiş ve ciddi kazanımlar elde edilmiştir. Geride bıraktığımız 2021 yılı ise her ne kadar uzun zamandır yürürlüğe girmesi beklenen Paris Anlaşması’na ilişkin kural ve esasların belirlendiği ve böylece uygulanabilir hale geldiği yıl olsa da özellikle son çeyreğinde Avrupa Birliği’nin (AB) içerisinde bulunduğu enerji kriziyle tamamlanmıştı. Bu kriz öylesine bir etki yarattı ki çeşitli kesimler AB’nin iklim politikalarını sorgular hale geldi. Bu yazıda AB’nin içinde bulunduğu enerji krizi ve bunun iklim değişikliği politikalarına yansımalarını ele alacağız.

ENERJİ KRİZİ YEŞİL DÖNÜŞÜME TEHDİT Mİ?

Geçtiğimiz yıl ortaya çıkan enerji krizinin şüphesiz en önemli sebeplerinden birisi Covid-19 pandemisinin ekonomiler üzerindeki etkisinin azalması ve ekonomilerin yeniden canlanmaya başlaması olarak gösterilebilir. Zira durma noktasına gelen ekonomilerin açılmasıyla birlikte ortaya çıkan mal ve hizmetlere yönelik talep artışına aynı oranda eşlik edemeyen arz tarafı sebebiyle fiyatlar genel seviyelerinde beklenmedik dalgalanmalar yaşanmış, bundan enerji sektörü de nasibini almıştı.

Geçmiş zamanlardaki petrol fiyatları kaynaklı yaşanan krizlere kıyasla bu sefer krizin doğal gaz tarafından geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. İklim değişikliğiyle mücadele amacıyla G7, G20, Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi gibi uluslararası platformlar ve ikili ilişkiler çerçevesinde kömürün enerji bileşimlerinden çıkarılmasına yönelik ülkelerin eğilimleri sonucunda kömürün görece daha temiz alternatifi olan doğal gaza talep artışı gerçekleşmiştir. Enerji bileşimindeki bu dönüşüm yıllarca bu doğrultuda planlamalar yapan AB’yi de etkilemiştir. İklim politikalarında lider konumda bulunan aktörlerden biri olan AB’de 2021 yılı içerisinde doğal gaz fiyatlarında %600’e yakın artışların gerçekleştiği dönemler yaşanmıştır. AB’de elektrik üretiminin %20’den fazlasının doğal gaz temelli olduğu ve enerji ürünleri ithalatının %15’inden fazlasını doğal gazın oluşturduğu düşünüldüğünde bu fiyat hareketlerinin ekonomiler üzerinde ciddi etkileri olabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim şimdiden AB üye devletlerinden gelen rekor enflasyon rakamları bunu doğrular niteliktedir.

İlaveten AB’de mevcut doğal gaz stoku geçtiğimiz yıla göre oldukça düşük seviyelerde gerçekleşmiş, bu durum kışı AB için daha zorlu kılmıştı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) da bu meseleye değinmiş ve krizi hafifletmek için Rusya’ya çağrıda bulunarak Avrupa’ya gaz tedarikini artırma çağrısında bulunmuştu. Son olarak da komşusu Almanya’nın aksine nükleer enerjiden vazgeçmeyen Fransa’nın enerji devi EDF şirketi nükleer santrallerindeki teknik aksaklık sebebiyle tesis kapatma yoluna gideceğini açıklamış ve birliğin enerji arzı üzerindeki baskıyı artırmıştı.

Bu gelişmeler yaşanırken bir yandan da birliğin enerji arz güvenliğini çok yakından ilgilendiren Rusya ve Ukrayna gerginliği yeni bir risk kalemi olarak ortaya çıkmıştır. Rusya’nın birliğin enerji politikasındaki tartışmalı ağırlığı bir süredir gündemi meşgul etmektedir. Özellikle Almanya’nın başını çektiği bir grup ülke tarafından Rusya ile Almanya arasında faaliyet gösterecek olan Kuzey Akım 2 denizaltı doğal gaz boru hattı projesi desteklenirken, muhalif ülke grupları ise Rusya’ya bağımlılığın sonlandırılması için adım atılması gerektiğini belirterek projenin iptali için kulis yapmaktaydı.

Tüm bu gelişmeler ışığında AB’nin kendisini enerji ve iklim değişikliği ekseninde çok ciddi bir çıkmazda bulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla soğuk kışın aksine giderek ısınan coğrafyada AB’nin geleceğe yönelik kısa vadede de sonuç verecek politikalara başvurması gerekecektir. Açıkladığı Avrupa Yeşil Mutabakatı’nda (European Green Deal) yer verdiği sera gazı emisyonlarında 2030 yılı itibarıyla 1990 yılı seviyelerine göre %55 azaltım yapma ve 2050 yılında ise karbon nötr bir ekonomiye sahip olma taahhüdü çerçevesinde AB’nin bu hedefe ulaşmasında en ciddi paylardan biri enerji bileşiminde gerçekleştireceği dönüşümden beklenmektedir. Bu kapsamda AB tarafından açıklanan ‘Fit-for-55’ paketinde 2030 yılı itibarıyla toplam enerji bileşiminin en az %40’ının yenilebilir enerji kaynaklarından karşılanması planlanmıştır. Son aylarda yaşanan gelişmeler ışığında ise bu dönüşümün öngörüldüğü kadar kolay olmayabileceğini söylemek mümkün hale gelmiştir.

AB BÜTÇESİNİ YENİDEN OKUMAK

Avrupa Birliği, iklim değişikliğiyle mücadelede gerek sınırları içerisinde attığı karbonsuzlaşma adımları ile gerekse de uluslararası ölçekte gelişmekte olan ülkelere sağladığı finansal destekler ile uzun bir süredir çok önemli bir aktör konumundadır. Dolayısıyla bugünkü konjonktürün oluşturduğu zorluklardan ne şekilde çıkış yolu bulabileceğini anlayabilmek için biraz geçmişe gidip iklim değişikliğiyle mücadelede AB’nin son birkaç yılda attığı adımların bugüne yansımalarını incelemekte fayda bulunmaktadır.

2019 yılında duyurulan Avrupa Yeşil Mutabakatı ile çok kapsamlı çevresel bir dönüşüm programı hayata geçirilmiştir. Bu doğrultuda iklim değişikliğinin yanı sıra aralarında biyoçeşitlilik, döngüsel ekonomi, sürdürülebilir gıda sistemleri gibi pek çok alanda eyleme geçilmesi planlanmıştır. Yeşil Mutabakatın üç temel hedefi ise net sıfır emisyona ulaşmak, ekonomik büyümeyi kaynak kullanımından ayırmak ve kapsayıcı bir yeşil ekonomiye geçişi teşvik etmek olarak belirlenmiştir.

Şüphesiz 27 ülkeden oluşan büyük bir bölgesel birlik için böylesi dönüşüm ciddi bir maliyet planlamasını da gerektirmektedir. Bu doğrultuda da Avrupa Yeşil Mutabakatı Yatırım Planı açıklanmıştır. Planın temel dayanağı ise AB 2021-2027 Çok Yıllı Mali Çerçevesi ile bu çerçeveyle birlikte kabul edilmiş olan Yeni Nesil AB Kurtarma Aracı olarak duyurulan NextGenerationEU adı verilen paket olmaktadır. İklim değişikliğiyle mücadele bağlamında bu bütçe paketinin %30 kadarının tahsis edilmesi planlanırken InvestEU adı verilen program ile birlikte özel sektörün de katkılarının çekilmesi sayesinde 10 yıllık bir süre zarfında toplamda en az 1 trilyon avroluk bir yatırımın hayata geçirilmesi beklenmektedir.

Güncel gelişmeler itibarıyla bu noktada InvestEU programına ayrı bir parantez açmakta fayda var. Zira program aracılığıyla harekete geçirilmek istenilen özel sektör yatırımları ve bu çerçevede uygulanacak olan taksonomiye ilişkin tartışmalar gündemde üst sıralarda yer almaktadır. InvestEU; Avrupa Yeşil Mutabakatı, Avrupa’nın Dijital Geleceğini Şekillendirme Stratejisi ve Geçiş Mekanizması gibi birliğin orta ve uzun vadeli politika önceliklerine odaklanan bir program olup program dahilinde harekete geçirilecek yatırımların en az %30’unun iklim ve çevre ile ilgili projelere ayrılması kararlaştırılmıştır.

Uluslararası iklim değişikliği müzakerelerinde pek çok kez dile getirildiği üzere iklim krizini aşmada öncülüğü kamu kaynaklarını kullanarak devletler yapacak olsalar da özel sektörün eşlik etmediği bir yapıda başarıya ulaşmak çok güçtür. Bu doğrultuda da giderek daha fazla ülke özel sektörlerini yeşil yatırımlara yönlendirme konusunda adımlar atmaktadır. Bu sebepledir ki 2021 yılında Glasgow’da düzenlenen BM İklim Zirvesi’ne özel sektör daha önce olmadığı kadar ilgi göstermiş, hatta zirve çeşitli kesimlerce ‘en ticari iklim zirvesi’ olarak değerlendirilmiştir.

Küresel ölçekte özel sektörde gözlemlenen bu trende AB de hiç şüphesiz eşlik etmektedir. Bu çerçevede özel sektöre hangi yatırımların ve faaliyetlerin yeşil olarak nitelendirilebileceği konusunda ortak bir anlayış sağlanabilmesi amacıyla AB çapında bir sınıflandırma sistemi oluşturulmuştur. Taksonomi adını verdiğimiz bu sınıflandırma InvestEU tarafından da kullanılacak, kamu ve özel sektör yatırımcıları ile proje uygulayıcıları arasında sürdürülebilirlik uygulamalarının teşvik edilmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Programın bu sayede özel sektör yatırımlarının sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde Avrupa Yeşil Mutabakatının hedeflerine ulaşılmasında eşlik etmesi beklenmektedir.

AB’NİN BİR SONRAKİ ADIMI

Birliğin içerisinde bulunduğu enerji krizi, makul fiyatlı enerjiye erişimi ve arz güvenliğinin önemini bir kez daha hatırlatmış ve bu kapsamda da temiz enerji geçişini hızlandırma ve AB enerji piyasasının entegrasyonunu artırma konularını yeniden gündemin üst sıralarına taşımıştır. Bu doğrultuda AB ilk olarak izole olarak nitelendirilen ada veya yarımada üye devletlerini sürdürülebilir enerjiye geçirebilmek için harekete geçmiş gözükmektedir. Bu minvalde AB Komisyonu’nun teklifi üzerine Trans-Avrupa enerji ağları için ‘Connecting Europe Facility (CEF)’ kapsamındaki 5 sınır ötesi altyapı projesine yaklaşık 1 milyar avro yatırım yapmak üzere AB ülkeleri anlaşmışlardır.

Geride bıraktığımız yıllarda birlik çapında uygulanacak iklim değişikliği ve enerji politikaları belirlenirken her daim Polonya, Macaristan gibi ülkelerin kömür veya doğal gazın enerji bileşimlerindeki yerlerini kaybetmemelerine yönelik çabalarına tanık olmuştuk. Bugüne kadar tüm bu çabalar sonuçsuz kalmaktaydı. AB’nin bugün yaşamakta olduğu enerji krizinde ise Avrupa Birliği nükleer ve hatta geçiş sürecinde kullanılmak üzere doğal gaz temelli enerji üretimini tekrar tartışır hale gelmiştir.

Bu tartışmalar çerçevesinde 2 Şubat 2022 tarihinde Avrupa Komisyonu’nca alınan karar ile birlikte AB’de nükleer ve doğal gaz yatırımları geçici bir süreyle de olsa sürdürülebilir yatırım sınıfında ele alınmaya başlanacaktır. Oldukça ciddi bir paradigma değişikliğine işaret eden bu karar çok tartışmaya sebep olmuş ancak içerisinde bulunulan gerek jeopolitik gerekse de ekonomik zorluklar neticesinde yasalaşmıştır. Karara göre belirli kriterleri karşılamaları durumunda bu iki enerji kaynağı sürdürülebilir olarak addedilecek olup nükleer enerji için 2045 yılına, doğal gaz için ise 2030 yılı sonuna kadar bu düzenlemenin geçerli olması öngörülmüştür. Bu kapsamda 2045 yılına kadar inşa edilecek nükleer santrallerde radyoaktif atıkların güvenli bir şekilde ortadan kaldırılması garanti edildiği takdirde bahse konu nükleer santrallere yapılacak yatırımların sürdürülebilir olarak sınıflandırılması uygun bulunacaktır. Doğal gaz bağlamında ise 2030 yılı sonuna kadar, doğayı daha fazla kirleten enerji santrallerinin yerini alacak şekilde ve sera gazı seviyelerinde belirlenecek eşik değerlere riayet etmek suretiyle inşa edilecek doğal gaz santrallerine yönelik yatırımların sürdürülebilir olarak nitelendirilmesine karar verilmiştir.

ÜLKEMİZİN DOĞRU POLİTİKALARI

AB iklim değişikliği konusunda uzun bir zamandır en iddialı adımları atma yönünde gerek birlik çapında gerekse de uluslararası arenada öncü rol üstlenmekteydi. Bu doğrultuda uygulamaya koyduğu Avrupa Yeşil Mutabakat planı da bunun en önemli göstergesi konumundaydı. Ancak bugün geldiğimiz noktada AB’nin doğal gaz ve nükleer enerjiyi sürdürülebilir olarak sınıflandırarak bugüne kadarki tutumunda geri adım atmasını, jeopolitik ve sosyoekonomik realitelere uygun olmayan şekilde tasarlanmış iklim politikasına atfetmek mümkün gözükmektedir. Şüphesiz ki ekonomileri karbonsuzlaştırma yolunda yalnızca AB’nin değil tüm ülkelerin olabildiğince hızlı ve ciddi adımlar atmaları gerekmektedir. Buna karşın yanlış ve aceleci planlamalar insanlığımız için bu kritik süreci yalnızca sekteye uğratmakla kalmayacak, kat edilen aşamayı da geriye çevirebilecektir. Nitekim enerji dönüşümüne kararlılıkla başlanıldığı açıklamalarından sonra özel sektöre ve diğer yatırımcı gruplara geri adım atıldığı hissiyatının verilmesi gelecekte uygulanacak politikaların da yeniden sorgulanmasını beraberinde getirecektir. Bu noktada AB’nin, yeni paradigmasını hane halklarına, özel sektör yatırımcılarına ve iklim değişikliğiyle mücadelede ortaklık içerisinde bulunduğu ülkelere çok iyi bir biçimde izah etmesi gerekmektedir.

Ülkemiz, jeopolitik konumunun gerekliliklerinin farkında olarak sosyoekonomik, diplomatik tüm faktörleri de hesaba katarak iklim ve çevre politikalarını uygulamaya devam etmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımızın da duyurmuş olduğu üzere Türkiye modern imkânlarla çağın şartlarına uygun ve güvenli bir şekilde inşa edilen Akkuyu Nükleer Santrali’nin iki ünitesini 2023 yılında hizmete sokacaktır. Buna ek olarak son teknoloji sondaj ve sismik arama gemilerinin doğal gaz aramalarında gösterdiği üstün başarılarla ülkemiz enerji alanında 2023 yılı itibarıyla büyük bir refaha erişecektir. Dolayısıyla bu zamana kadarki politikalar ülke olarak enerji güvenliği konusuna verdiğimiz önemi açık bir biçimde göstermektedir.

Kimsenin şüphesi olmasın ki ülkemiz Sayın Cumhurbaşkanımızın öncülüğünde 2053 net sıfır emisyonu hedefine kararlılıkla ilerleyecektir. Paris Anlaşması’nda da altı çizilen 1,5oC hedefine ulaşmanın gezegenimizin geleceği için son derece mühim olduğunun bilinciyle karbonsuz bir ekonomiye geçişin ekonomik yüklerini halkımızın sırtıma yüklemeden dengeli ve iddialı bir biçimde çevre ve iklim değişikliği politikalarımızı uygulamayı sürdüreceğiz.